15-16 Haziran 1970’den Beri Değişen Bir Şey Yok..!
Hafızam beni yanıltmıyor ise Eylül 2002’den 2005’in ortalarına kadar olan süreçte Sorun Polemik Marksist İnceleme Araştırma Eleştiri Dergisi yayın kurulunda (yayın kurulu üyeliğim 2003’de başlamıştı yanlış hatırlamıyorsam) iken, yarı Sgk, yarı yayınevi faaliyetinden Bağ-Kur Emeklisi işçi kökenli ilerici bir komünist olan Sırrı Öztürk’ten ve Yayın Kolektifinden öğrendiğim ve edindiğim en önemli teorik politik donanımım: “bu ülkede işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket ve aydın hareketi hep ayrı kanallardan akar” tespiti oldu. İlerici komünist bir işçi olarak da Sırrı Öztürk’ün bütün mücadelesi bu hareketlerin birbirleri ile birliği ve bütünlüğünü sağlayacak bir mekanizma yaratılması üzerinedir. Işığı hiç sönmesin diyelim. 15-16 Haziran derken onun içinde örgütleyici olarak bulunmuş tarihi TİP’in ilerici işçi kadrolarından olan Sırrı Öztürk’ün işçi sınıfının bu olağandışı kalkışmasından edindiği ders bu olmuştu. Kısaca işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket ve aydın hareketinin birliği. Onun öğrendiği ve özetlediği bu önemli bilgi aslında tam da bir coğrafyada olması gereken Komünist Partiye tekabül eder.[1] KP bu birliği sağlayarak bir KP olma özelliğini kazanmıştır. Bu tahlili özümseyip tarihe geri dönüp baktığımda ve stratejik bir açılıma varacak çıkarımların peşine düştüğümde ülkenin ve yakın coğrafyaların sınıf mücadelelerinin gelişiminde hep karşıma çıkan, nesnel koşulların etkisiyle bu üç hareketin birbirine yaklaştığında sınıf hareketinin ileri sıçraması olmuştur. Buradan çıkardığım stratejik formasyon ise, şimdi fikrim değişmesine rağmen, 2004 lü yıllarda Tarihi TKP’nin kuruluşuna atıfla II. Tüm Türkiye Komünistleri Kongresi olmuştur (Dergileri bulursam tekrar yayınlarım). Lenin’in formüle ettiği klasik devrimci durum[2] tahlili daha derinlikli bir tarif verse de ülkemizdeki görüntü budur ki bu üç hareketin denkleşmesi Lenin’in bahsettiği koşullara da uyar. Sistemin iktisadi krizi, siyasi krizi, genel olarak paylaşım sorunu ve hükümet bunalımı emek hareketini tetikler, sosyalist hareket ise işçi sınıfı hareketi içinde zemin bularak gelişir ve aydın hareketi de bu gelişmelere kayıtsız kalamayarak gözünü sınıf hareketine çevirir ve kendi işlevini hatırlar.
Ulusların sınıf mücadelesi tarihinde Lenin’in klasik formülasyonuna yaklaşan 1-2 moment olur. Kendi coğrafyamızda buna en çok yaklaştığımız dönemler Tarihi TKP’nin kuruluş süreci ve 1970’lerdir. Zaten ya sınıfın öncü güçleri kazanarak toplumsal çelişkileri Devrim’e taşır ya da karşı devrim kazanarak burjuvazi iktidarını tahkim ederek işçi sınıfı hareketi ve onların öncüsü iddiası olan sosyalist yapılar büyük bir yıkıma uğratılır. Üzerine araştırma yapılarak derinleştirilmiş, tanımlanmış ve teorize edilmiş bir çıkarımım yok ancak önümüzdeki 5-10 yıl gibi bir süreçte aynı momente tekrar geleceğimizi bu zamana kadar edindiğim teorik ve pratik donanımlarımla “hissediyorum”. His derken Marksist ve komünistler için his ne ola ki? Diyebilirsiniz. Devrim momentini toplumun en örgütlü güçleri görür. Günümüzde ise örgütlülüğü en yüksekte olan burjuva örgütleri demokrasi kisvesine bürünen ajanları ve polisleri ile bu momenti sosyalist devrimcilerden daha iyi hissederek sürekli hazırlık içindedir. İşçi sınıfı kabardığında buna müdahale etmeye istekli sosyalist yapıları daha kafalarını kaldırmadan eziyorlar. Bunu en iyi 1 Mayıs 2024 Saraçhane eylemlerinde gördük.
Yakında devrimci durum oluşacak hissinin maddi bir boyuta dönüşüp araştırılmasını boş zaman konusunda daha zengin Marksist akademisyenlere ve örgütlü yapıların aslında emekli olması gereken şeflerine bırakıyorum. Ücretli emeğini satan sınıf bilinçli bir işçi olarak bu momente biz hazır mıyız? Ya da nasıl hazır olabiliriz? Sorularının peşine düşmek gayesindeyim. Tarihe sadece bunun için bakıyorum. Sınıf indirgemeciliğimden taviz veremem. İndirgemeyi negatif bir kavram olarak alıyorsanız da siyaset yapmayın demekle yetineceğim.
Şubat 2024’de sona eren 2,5-3 yıllık TKP üyeliğimden de birçok şey öğrendim. Bağımsız sosyalist siyaset ve örgüt disiplini ile özetlenebilecek politik tutumun Neyden bağımsız? Sorusuna getirdiği cevabı Kürt Hareketinden ve düzen sosyal demokrasisine eklemlenmiş CHP’cilikten bağımsızlık olarak formüle ediliyordu. Total olarak kimlik siyasetine burjuva ideolojisi olarak bakmak doğru bir hat olmasına rağmen; Lenin’in Ne Yapmalı’da sıklıkla bahsettiği bağımsız sınıf siyasetini işçi sınıfı ile birlikte, onun hareketinin içinde kurmak değil de aydınlanmacı bir sosyalist cumhuriyetçilik, kamuculuk, devletleştirme ve Kemalist cumhuriyetin kurucu değerlerine atıfla anti-emperyalizme iliştirilmiş bir anti-kapitalist söylemle burjuva devriminin kazanılmış haklarının budanmasına karşı savunmacı bir stratejiye uygun olan bir parti bileşimi oluyordu. 15-16 Haziran 1970’de aşılan işçi sınıfının kendi öz hareketi ile düzene karşı bir tehdit oluşturabildiği gerçeği yerine aydın ve ilerici gençliğin bir bölümü ve eğitimli orta sınıfların yaşam koşullarının ve fikri konumlanışlarının üzerine bir şemsiye gibi örtülen cumhuriyetçilik fikrini tercih etmek anlamına gelen bu konumlanış tarih makarasını geri sarmak anlamına gelmiyor mu? İtirazlar olabilir. İlerici teorik ve yazınsal hatlar olabilir ancak gerçekliği belirleyen pratik ve örgütsel konumlanıştır. Hele parti içinde işçi sınıfına atıfla aydınlanmacı cumhuriyetçiliğe bir laf etmeyegörün, merkeze yakın kadroların üzerinize çullanması an meselesi olur. Yaşadım biliyorum. Ayrıca sosyalist hareketin çoğunluğu tarafından abartılmış bir şovenist damgası yemek de bu konumlanışın alameti faikası haline gelmiştir. Aslında ilk örgütlendiğim zamanlarda Türklerin sosyalist harekete örgütlenmesi bu konudaki bir açığı kapatması bakımından bana cazip gelmişti. Ancak yine de içinde bulunduğum yerel örgütte Alevi ve Kürt ağırlığı daha fazla idi. Cumhuriyet vurgusu Kürt Hareketinin ideolojik bakışı ile sulandırılmış ve şovenist damgası yemenin şartı haline gelmiştir. Yine de Bolşeviklere kendi döneminde maceracı, hayalperest, bozguncu, ayaktakımı gibi sıfatlar yakıştırılmıştır ancak kimse Bolşeviklere şovenist dememiştir. Bu kadar basite indirgenmiş itham’ın arkasında ithamı yapanların da sahip olduğu kadar derin sorunlar vardır aslında. Görüntünün altındaki nedenlerin ön plana çıkması daha elzemdir bağımsız sınıf siyaseti açısından. Neyse…
İkinci mesele ise disiplinli örgüt meselesidir ki TKP’nin bünyesinde kurulan Parti Tarihi Araştırma Grubu’nun hazırladığı Parti Tarihi ve Aydemir Güler’in yazdığı Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar kitabında onlarca materyalist gerçeklik, doğru tarih incelemeleri ve savlar üzerinden özetin özeti olarak sunulan ve 100 yıllık tarihten çıkarılan sonuç parti disiplini ve sürekliliğidir. Teorik ve pratik olarak bütün bunların içinde işçi sınıfı, olması gerektiği, bir komünist partinin yazınında bulunması gerektiği kadar yer alıyor. Kendini kutsayan bir örgüt disiplini size ne anlatıyor bilmiyorum ama amaç araç diyalektiği konusunda amaç’a ve onun asli unsuru olan işçi sınıfına yönelmeyen bir araç kutsaması taraftarı değiliz. Aksine bu konuda anarşist eğilimimi saklamak gibi bir niyetim de yok.
Bir kısım aydın kesimin ve sınıf bilinçli işçi sınıfı içinde hapsolmuş bir TKP tarihi anlatımı ve bunun üzerine yeni bir TKP tanımını örgütsel disiplin ve süreklilik ile giydirme fikri, Tarihi TKP ile birlikte kapatılmalıdır. Zira yerli yersiz cumhuriyet atıfları ile şimdiki TKP, Suphilerden sonraki Tarihi TKP serüveninin devamı olduğunu neon tabelalarla ilan etmektedir. 1970 kopuşu, işçi sınıfını arayış, onu bulana kadar da burjuva düzeni içinde sola yakın sosyal ve siyasal katmanlarla ittifak arayışından da bir kopuş olarak ileri sıçradığında başka bir arayışın kapısını iktidar bağlamında açtı. Ancak yine sınıfını geride bırakarak gerçekleşen bu ileri sıçrama bir köprü kurulmadan uçurumun başında yalnız kalma ile ve 12 Mart rejimi tarafından köprüden itilme ile sonuçlandı. Köprüyü kuracak olan eski TKP TİP kadroları ise işçi sınıfına güvenmeyerek alanın DİSK ile doldurulmasına zemin hazırlamada Lenin’in sıklıkla kullandığı trade-unionculuk ve kendiliğindencilik suçlaması ile karşı karşıya kaldılar. Lenin’in kesin ve keskin, bağımsız sınıf siyaseti bir öncü tarafından kurulmadığı halde ve sınıfın kendi gündelik bilinci ile oluşturduğu mücadele biçimleri ancak kendiliğinden bir hareket olarak kalacaktır söylemine katılsak da.[3] Tıpkı Sırrı Öztürk gibi biz de bu kendiliğindencilik suçlamasını kabul etmekte zorlanıyoruz. Çubuğu işçi sınıfı lehine bükerek işçi sınıfı içinde kök salmamış bütün sosyalist harekete Lenin’e atıfla kendiliğindenci yaftasını yapıştırıyoruz. Bağımsız sınıf siyasetini işçi sınıfı içinde gütmeyen bütün bir sosyalist hareket kendiliğinden bir biçimde ve ek olarak kendi başına ve kendi kendine kalmaya mahkûmdur.
15-16 Haziran’a bakışta farklılaşan bu hareketin içinde olan örgütleyen ve tarihini yazan sınıf bilinçli bir işçinin tarihe bakışı ile işçi sınıfının dışında olan ama öncülük iddiasından da vazgeçmeyen sosyalist hareket içindeki teorisyenlerin bakışı elbette farklı olacaktır. Sınıf bilinçli önder bir işçinin çıkardığı ders: ulusal sınırları içinde sınıf mücadelesinin tüm unsurlarına birlik ve bütünlük vurgusunu sınıf hareketi içinde işaret ederken; temel çekirdeği komünist aydınlar olan sosyalist hareketin diğer kesimi, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin (15-16 Haziran) işçi sınıfı iktidarında ve devrimde ben de varım diyerek, kendi varlığını göstererek geleneksel tarihi TKP’nin güncel uzantılarının düzen içinde kalan ancak düzenle çelişkileri patlak vermiş sosyal-siyasal katman ve kesimleri ile olan revizyonist bağlamının kesip attığını savunuyor. Yanlış değil; ancak gecikmiş ve güncelde hala uygulanamamış bir tahlil. 15-16 Haziran’a kadar Aydın ve ilerici gençlik kökenli komünistler devrimin iktidarının ittifakları için ilerici Kemalist Ordu’yu görürken sosyalist hareketin geleneksel sol ile kopuşu ölçüsünde genel olarak bir halk tanımı içinde öncü savaşı ilkeleri ile şehirleri ve işçi sınıfını terk edip stratejik hedeflerin peşinde bir avuç sağlam karakterli devrimci kimlikle sınıf savaşının başka bir parçasını vermeyi tercih ediyorlardı. Şimdi isimlerini hatırlamıyorum ancak okuduğum kadarıyla dönemi anlatan anı ve biyografilerden gerillaların 15-16 Haziran’dan sonra acaba işçi sınıfını örgütlemek için şehre mi dönsek diye aralarında tartıştıklarını hatırlıyorum.Coğrafyada işçi sınıfının yokluğu ve işçi sınıfına iktidar mücadelesinde güvensizlik 1970’lerin değil öncelikle aydınlanmacı kuruluş mitinin ve Sovyet dış politikasının beslediği ve ona dayanan bir çözümlemedir. Bu çözümleme materyalist bir çözümleme iddiasında olsa da küçük-burjuva bir çözümlemedir.
Ayrıca sınıf hareketi içinde işçi sınıfı hareketi, sosyalist hareket ve aydın hareketi birleşmedikçe hep bir dejavuyu yaşayacağımız da aşikardır. Devrimci atılımların hemen ertesinde konformizme kaymış örgütler enflasyonu ve sosyalist hareket içinde sol liberalizme alan açmış eskimiş liderler. Dikkat ederseniz hep işçi sınıfına yakın ve onun ruhunu yakalamış eskiler onuru ile bu dünyayı terk etmişlerdir.
Yeni araştırmalar ve yeni makaleler gösteriyor ki Osmanlı’dan günümüze geniş ve zamanın koşullarına göre esnek bir sınıf katmanlaşması mevcuttur. Onu bırakın doğuda toprak ağaları altında inim inim inleyen bir köylülük ve batıda yine tüccar sınıflarca ezilen yoksul köylülük oldukça geniş bir nüfus yapısını oluşturmaktaydı. Coğrafya’da Lenin’in Marksist literatüre yaptığı özne ve iktidar konusundaki katkıları oldukça idealizme bükülerek öznel iradeci bir bağlam ile iktidar için kurulacak ittifakları esnetmek ve marksizmin dışına sürüklemek ülkemizdeki aydın kökenli örgütsel hareketlerin alameti faikası olmuştur. Çokça tekrarlanan Yalçın Küçük’ün biz kendimize sosyalist diyemediğimiz için Kemalist diyorduk itirafı artık bu gününün meselesi olmamalı ve bundan hicap duyulmalıdır. TKP tarihi de bu serüvenin dışında değildir. Sosyalist hareketin tarihsel figürleri arasında kazanılmış tarihsel haklar kapsamındaki ittifaklar konusunda öznel iradeci bir tarzda çubuğu sola yaklaşmış ancak işçi sınıfı gibi bir politik ve teorik bütünlüğü olmayan sosyal siyasal katmanlara bükerken çok azının ve geçici olarak işçi sınıfına büktüğü görülür. İnsanın tarihe bakarken keşke demek gibi bir lüksü olmasa da aynı öznel iradeci tavrı keşke işçi sınıfı için kullansalar diyesi geliyor. En azından denenmiş ve başarılı olmuş bir örneği vardı diye de ekleyesi geliyor. Ama olmaz olamaz zira sosyalist hareketin kendisi uluslararası politik gelişmelerden azade bir fanusta yaşamıyor. Dışarıda olan moda biçimde ülkeye sokulmazsa eksik kalıyoruz. Bu durumda Lenin’in söylemi ile onların kulağını çekmek de boynumuzun borcudur: “Bilimsel sosyalizm, bütün halinde bir devrimci doktrin olmaktan çıktı, her yeni çıkan Alman ders kitabının içeriğinin ‘serbestçe’ sulandırdığı bir bulamaç haline geldi; "sınıf mücadelesi” sloganı daha geniş ve daha enerjik bir eyleme teşvik eden bir etken olmaktan çıktı. ‘iktisadi mücadele siyasal mücadeleye kopmaz bağlarla bağlı bulunduğuna’ göre, bir çeşit merhem görevini yerine getirdi; parti düşüncesi, militan bir örgütün yaratılması için bir çağrı olmuyor, tersine bir tür "devrimci bürokrasili” ve "demokratik” biçimlerle çocukça oynamayı haklı göstermek için kullanılıyordu.”, Ne Yapmalı. Zira sosyalist hareket içinde kendiliğindencilik tanımları Lenin’in tanımlamasının aksine işçi sınıfının dışında bir ittifak arayışının ve işçi sınıfına güvenmemenin, ona tepeden bakmanın bir bahanesi haline gelerek zararlı bir kavramsallaştırmaya dönüşmüştür. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketinin içinde olmayan onu en ileri noktasına kadar taşımayı planlamayanların hak ettikleri bir kavram olarak tanımlayıp bu kavramın üzerine gitmeye ara verelim zira sıklıkla karşımıza çıkacak. Aslında son kez bunu Hocaların hocası olarak bildiğimiz ve saygı duyduğmuz Korkut Boratav’ın artı gerçek’te İrfan Aktan ile yaptığı sohbeti referans alarak yapalım:
“MARKSİST, DEVRİMCİ VEYA LENİNİST İDDİASINDAKİ LEGAL PARTİLERİN
FARBİRAKALARDA NE KADAR TEMSİLCİLERİ VAR? Yoksulların, alt sınıfların bu kadar
derin bir kriz yaşadığı dönemde nasıl oluyor da ideolojik hegemonyayı yine
iktidar sağlayabiliyor ve buna karşı güçlü bir sol alternatif çıkmıyor?
Somut bir teşhis yapmak zor.Bunun cevabını ne sen verebiliyorsun, ne de
açık-seçik ben verebilirim. Parlamenter sistemin bazı özellikleri var; devrimci
örgütlenme yöntemlerini dışlıyor, ister istemez kitle partilerine prim veriyor.
Sosyalist ve devrimci partiler de bu zehrin içine giriyor. Ayrıntıya girmenin
de, isim vermenin de gereği yok ama kendisine Marksist diyen, devrimci veya
Leninist olduğunu iddia eden legal üç-dört parti var; fabrikalarda ne kadar
temsilcileri var? Galiba 2020 yılında, kargoculardan başlayarak, kendiliğinden
sınıf hareketleri patlak verdi. Migros depolarını yöneten sermayedarın evini
buldular ve orayı kuşatmaya başladılar. Sınıf mücadelesi böyle yapılır. Ama
hangi parti bunu sürükledi? Yok! Bunun cevabı yok, çünkü parti yok. Meselenin
diğer bir boyutu ise demin söylediğim ideolojik hegemonya. Kitleler kurtarıcı
arıyorlar. Yani kişiler önem taşıyor. Parlamenter sistemin yapısı içinde bile
muhalif kitle lider arıyor, örgüt aramıyor, örgüt bulamıyor.”[4]
Hoca burada soruya açık-seçik ben cevap veremem derken ve kendilerine Marksist-Devrimci-Leninist diyen 3-4 parti’nin ismini vermeyerek (ki kimler olduğunu biz biliyoruz). Lenin’in tanımlamasına atfen 2020’lerden 2022’lere uzanan sınıf hareketlerini kendiliğinden diye tanımlayarak sınıfın yalnız başına direndiğine vurgu yapıyor. Sınıfın devrimci ve mücadeleci sendikaların katkılarıyla kendi başlarına benzer biçimde bugün de direndiğini biliyoruz. Ve devamında hoca “Parti yok” diyerek saatli bombayı bu partilerin merkez komitelerinin kucağına bırakıyor. Ben olsam istifa ederdim. Açıkcası Parti merkez komitelerinden hiçbir beklentim yok; tek beklentim bu partilerin içindeki hesap sorma kabiliyetini yitirmemiş devrimci komünistlerdendir. Umarım birileri Lenin’in Ne Yapmalı ve Sol Komünizm Çocukluk hastalığı kitabını bunların yüzlerine çarpar.
Şimdi sosyalist hareketin kendi halinde ve kendi kendine olan unsurlarının işçi sınıfının öncüsünden yoksun, ekonomik ve zaman zaman da siyasallaşmış mücadelesine “kendiliğinden” deme lüksünü ellerinden alıyorum. Bunu ancak Lenin’in Bolşevik Partisi gibi işçi sınıfı içinde hücreleri olan, sürekli işçi sınıfını örgütlemeyi ve onu iktidar kapsamındaki siyasi hedefler ile ilerletmeyi düşünen, toplumun içinde çeşitli ittifaklar ile iktidarı sıkıştırmayı bilen ve muhalefetin de gizli hayranlığını kazanmış bir işçi sınıfının öncüsü diyebilir.
Bu öncü oluşana kadar sınıfın kendiliğinden hareketi kavramı rafa kalkmıştır.
Hele ki 15-16 Haziran’dan bu yana hiç bir şey değişmemişken.
[1] Ki 15-16 Haziran olaylarını işçi sınıfının örgütlenişini en kapsamlı anlatan yayın da sorun yayınları kolektifinden Sırrı Öztürk’ün editörlüğünde ortaya çıkmıştır. https://www.bkmkitap.com/isci-sinifi-sendikalar-ve-15-16-haziran-olaylar-nedenleri-davalar-belgeler-anilar-yorumlar
[2] Lenin bu kavramsallaştırmayı ilk olarak 1913 yılında kullanıyor ve daha sonra “Sol Komünizmin Çocukluk Hastalığı” kitabında derinleştiriyor. Buna göre Devrimci Durum’un şartları: “Bütün devrimler tarafından ve özellikle 20. yüzyıldaki üç Rus devrimi tarafından doğrulanan devrimin temel yasası şudur: devrim olabilmesi için sömürülen ve ezilen yığınların, eskiden olduğu gibi yaşamanın olanaksız olduğu bilincine varmaları ve değişiklik istemeleri yetmez. Devrimin olması için, sömürücülerin eskiden olduğu gibi yaşayamaz ve hükümeti yürütemez duruma düşmeleri gerekir. Ancak aşağıdakilerin, eski tarzda yaşamak istemedikleri ve "yukarıdakiler in”de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki, devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka şekilde şöyle ifade edebiliriz: (sömürüleni de sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır. Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilk önce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye kazır olmaları gerekir. Bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devricilerin onu devirmesini mümkün kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir (her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir.” Bu benzer ifadelere daha sonra “Ne Yapmalı”da Öncü Örgüt, sınıfın önderliği ve programlı hareketi; Komintern’de Uluslararası tekelci sermayenin kendi aralarındaki savaşı öne çıkaran rekabet gibi koşullar da eklenmiştir.
[3] Hareketlerinin süreci içerisinde, çalışan yığınların kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık "üçüncü" bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji söz konusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir. Kendiliğindenlikten çok söz edilmektedir. Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına, Credo programı doğrultusunda gelişmesine yol açar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, trade-unionculuktur, Nur-geurerkschaftlereidir ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki, görevimiz, sosyal-demokrasinin görevi, kendiliğindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu çabadan uzaklaştırmak ve devrimci sosyal-demokrasinin kanadı altına sokmaktır. (Ne Yapmalı?, Sol Yay., 4.bsk, s.45)
Yorumlar